ÖMÜR YAŞARKEN, BİR BELİRLEME!..

Engin Erkiner

 

TDAS temelinden hareket eden üç örgüt; Devrimci Savaş, HDÖ ve Acilciler bir süreden beri bulunmuyor. Birileri çıkıp da “biz varız” derse, başarılar dilemekten başka yapılacak şey yoktur. Bir de “yavaş gel yerler yaş” diye eklemek gerekir. 

 

Ne Yapmalı da “bir örgütün politik karakterini belirleyen eyleminin siyasi muhtevasıdır” denilmişti. En az yirmi yıldır savunulan hayata geçirilemiyorsa, politikanın dışına düşmüşsünüz demektir, her tarafınız örgüt olsa ne olur? 

 

Şanlı geçmiş söylemiyle bugün ve yarının sorunlarına çözüm bulunamaz. Bulunsaydı eğer, Devrimci Yol’dan kalan arkadaşların bunu fazlasıyla yapabilmiş olmaları gerekirdi. Sürekli aynı yöntemi kullanıyorlar ama olmuyor ve olmuyor. 

 

Mahir Çayan 50 yıl kadar önce “illegalitenin çarkları pasifizm adına döner demişti. Bunu aslında pek bir şey yapamayan ama büyük işler planlandığı hatta yapıldığı havasını yaratmak için yoğun illegaliteye başvuranlar için söylemişti. 

 

Son 20 yıldır diyelim, bu belirlemenin geçerliliği kalmadı, çünkü bilginin yayılma hızı ve ulaşılma imkanları o kadar arttı ki, herkes birbirinin nerede ve ne yaptığını yaklaşık olarak biliyor. Ayrı düşündüğümüz ama sevdiğim bir arkadaşın mezar yerinin bile gizlenmesini ben bu illegalite anlayışına yormuştum. 

 

Ne yapalım, öyleyse öyledir. 


Ömür Karamollaoğlu’nun genel komite üyesi olmaması, 1977 yılının ilk aylarında üç kişi olan genel komiteden birisinin ölmesi (Yüksel Eriş), birisinin (Rıza Salman) yakalanması sonucu genel komitenin ortadan kalkması nedeniyle böyle olması, Ömür’ün daha önce de genel komitede yer almaması; dönemde yer almayan, gerçeğe dayanan bilgisi de bulunmayan bazılarına dokunmuş. 

 

Bu bazıları benim halk savaşı hazırlıklarını erken bulmamı ve örgüte para sağlayan tek yer olan İstanbul’da elde edilen paranın büyük bölümünü –genel komiteye bilgi verdikten sonra- vermememi örgüt kurallarına uymamak olarak görmüşler. 

 

Nedir buradaki örgüt kuralı: Bir organdaki çoğunluğa uymak!..

 

Daha önce de yazmıştım: 1976 yılı sonuna kadar genel komite dört kişiydi: Yüksel, Rıza, ben ve Süleyman. Halk savaşı konusunda son iki kişiyle ilk iki kişinin görüşü farklıydı ya da bu konuda çoğunluk yoktu. Dolayısıyla benim çoğunluk görüşüne uymamam diye bir durum da yoktu. 

 

1976 sonunda o arkadaş ayrılacak ve Devrimci Savaş’ı örgütleyen asıl isim olacak, genel komite de üç kişiye düşecekti. 

 

Devrimciliklerinden hiçbir kuşkum olmayan bu arkadaşların herhangi bir askeri eylemi yapabileceklerine inanmıyordum. Sonraki birkaç ayda olanlar da bu görüşümü maalesef doğru çıkaracak, ikisi de girdikleri eylemi başaramayacaklar, birisi eylemi yapamadan yakalanacak diğeri ölecekti. 

 

İstanbul’da askeri eylemlere giren arkadaşlarımızın bunu iyi olmayan silahlarla yapmak zorunda kalmaları büyük sorundu ve derhal düzeltilmesi gerekiyordu. Hiçbir “halk savaşı hazırlığı” bunun yerine geçirilemezdi. 

 

O da yapılabilse bari…

 

Politikada konuşmak bir şeydir, yapabilmek başka bir şeydir. 

 

Eylem konusunda yapabilmek demek, eylemi sonuca götürebilmek demektir. Savunuyorsan, yapacaksın. Yapamıyorsan, hiç olmazsa susacaksın. Yoksa, “Haydi canım sen de!..” derler. 

 

 

 

 

 

http://omurkaramollaoglu.blogspot.com

ÖMÜR KARAMOLLAOĞLU VE BAZI YANLIŞLAR

Engin Erkiner


Sadece Ömür ile ilgili olarak değil, örgüt tarihiyle ilgili yapılmış bazı saptamaları hayretle karşılardım. Mesela “Hasan Basri Temizalp’in genel komite üyesi olması” gibi, mesela “Yüksel Eriş’in Karadeniz bölgesinde kır gerillasını örgütlenmesinde görevlendirilmesi” gibi, mesela aynı konuda Ömür’ün de görevlendirilmesi gibi…

 

Bunların tamamı gerçek dışıdır. 

 

Bunları değişik anma günlerinde yazan arkadaşların bu bilgileri birisinden öğrenmiş olması gerektiğini, kendi kafalarından üretemeyeceklerini düşündüm. Doğrusu da buydu: bu bilgileri Rıza Salman’dan öğrenmişlerdi ve doğru olduğunu düşünüyorlardı. 

 

Yıllar önce HDÖ’nün 15 Yılı adlı broşürde –muhtemelen- bunlar da vardı. Muhtemelen diyorum çünkü baştan birkaç sayfa okuyunca uydurmalarla dolu olduğunu görüp bırakmıştım. Kişi, örgüt tarihinde ilgisi bulunmayan yerlerde kendisini varmış gibi gösteriyordu.

 

Yukardaki iki iddiadan Yüksel Eriş ile ilgili olanını açıklamıştım (Bkz. www.yukseleris.blogspot.com ). Devrimci Savaş ayrılığından sonra üç kişi olan Genel Komitede (Yüksel, Rıza, ben) Yüksel’in Karadeniz’de kır gerillası örgütlenmesiyle ilgili görevlendirildiğini hatırlamıyorum. Belki de ayrı bir komite daha vardı, kim bilir!

 

Belki de şöyle olmuştur:

 

Yüksel de Rıza gibi halk savaşı hazırlıklarına hemen başlanması gerektiği görüşündeydi. Ben bu görüşe uzaktım, erken buluyordum. Örgütün finansman ihtiyacını sağlayan tek yer İstanbul’du ve son eylemde elimizdeki paranın önemli bölümünü onlara vermedim. Başka ihtiyaçlarımız vardı, bunları karşılamak zorundaydık. Silaha yatırım yapmak zorundaydık. Yoldaşlarımız iyi olmayan silahlarla eylemlere giriyorlardı ve bu durumun bir an önce düzeltilmesi gerekiyordu. Yeni ev tutulması gerekiyordu ve elimizdeki miktar da her şeye yetecek kadar yüksek değildi.

 

Parayı onlara verseydim ne yapacaklardı, bilmiyorum. Muhtemelen silah alıp Karadeniz’de ileride kullanılmak üzere toprağa gömeceklerdi. Başka yerde ise acilen ihtiyaç vardı. Eylemden haberdar ettim (genel komiteye bilgi verilmesi gerekirdi) ve vermedim. 

 

1976 yılı Kasım ayında Maraş’ta Hamdullah Erbil’in bildiği bir yaylada yapılan askeri eğitimin patlayıcıları ve cephanesi bile İstanbul’un sağladığı olanaklarla bulunmuştu. 

 

Bir başka uydurmaya geçelim…

 

Hasan Basri Temizalp hiçbir zaman genel komite üyesi olmadı. Dahası, Rıza Salman ne Hasan Basri’yi ne de İlker’i tanımaz. Hasan Basri’yi Yüksel de tanımazdı. Bu durumda “Hasan Basri Temizalp da İlker gibi genel komite üyesiydi” bilgisini ancak ben vermiş olabilirim ki, gerçek dışı böyle bir bilgi vermedim. 

 

Rıza öyle uygun bulmuş ve Hasan Basri’yi genel komiteye “atamış”.

 

Geniş bir alana yayılan örgütlenmede kadro sıkıntısı içinde bulunduğumuz biliniyor. Bu durumda aynı bölgeden iki sorumlunun bulunması zaten mümkün değildir. O bölge adına genel komitede yer alan İlker’di. Hasan Basri de önemli görevler üstlenmişti ama genel komite üyesi değildi.

 

Ömür’ün Karadeniz bölgesine –hem de kır gerillası örgütlemek için- gitmesi hayal ürünüdür. Hem zaten Yüksel’in bu işle ilgili “görevlendirildiği” iddia ediliyorsa, ek olarak neden Ömür de gitsin?


“Yüksel öldükten sonra gitmiş olamaz mı?” derseniz, yine mümkün değildir çünkü Yüksel’in ölümüyle Rıza’nın yakalanması yaklaşık zamandaştır. 

 

Ömür’ün genel komite üyesi olması da hayal mahsulüdür. 

 

Şubat 1977’de genel komite yoktu ya da sadece ben kalmıştım: Yüksel ölmüş, Rıza yakalanmıştı. Ömür önemli işler yapan bir yoldaştı. “Şubat harekatı” diye adlandırılan Topraklık Ülkü Ocakları baskınını birlikte planladık, katılacak yoldaşları ve silahları bulduk. Ne Ömür ne de ben fiili olarak eyleme girmedik. 

 

Ömür 24 Mart 1977’de maalesef tümüyle kendi hatası nedeniyle hayatını kaybetmeseydi, yeniden oluşturulacak genel komitede kesin olarak yer alacaktı. Yüklendiği sorumluluk bir genel komite üyesinin düzeyine uygundu ama hayatını kaybettiğinde böyle bir komite yoktu. 1977 başında üç kişi olan komiteden birisi hayatını kaybetmiş, birisi hapse girmişti (firara teşebbüs etmiş ama başaramamıştı). Tek kişilik komite de olmayacağına göre…

 

Durum budur. Arkadaşlarımızın bilgilerini düzeltmelerinde yarar vardır. 

 

Örgüt tarihini yeniden yazılması, belirli aşamalar ve olaylarda bulunmayan kişilerin kendilerini buraya sokuşturmaları boşuna bir çabadır. 

 

İnsanlar yaptıklarıyla övünmelidir. Bunlar yetmiyorsa ekler uydurulması sonuç vermez. 

 

 

 

 

 

https://omurkaramollaoglu.blogspot.com

NE KALDI?..

Engin Erkiner


Bu başlığı koyarken düşündüm ama Ömür ile ilgili son yazı olacağı ve kalanı anlatacağı için böyle olmasını uygun buldum. 

Bu yazının bir bölümü benim sitenin yanı sıra Facebook’ta da yayınlanacak, tamamı Ömür ile ilgili blogda olacak. Facebook üzerinden ilgili bloga giremiyorsanız,  http://enginerkiner.org  üzerinden girebilirsiniz. Facebook, Ömür ile ilgili siteye bağlanmayı zorlaştırıyor. Siz de benim siteden girin, değil mi yani? Ya da blogun adını yazıp da girebilirsiniz. 

Devam edeyim… 

Küçükesat’taki evi anlatacaktım. Bu ev Devrimci Yol’dan bazı yazarların yazılarında “hücre evi” diye geçer. Fantezileri geniş insanlar anlaşılan, ne diyeyim! 

Bildiğimiz öğrenci eviydi. Rıza Salman bu evde kalıyordu, başka kimler sürekli olarak kalıyordu, bilmiyorum ama evde bazen değişen sürekli birkaç kişi bulunuyordu. 

Temizliğe meraklı birisi değilimdir hatta fazla temizliğin sağlığa zararlı olduğunu bile düşünürüm ama bu evde gördüğümü başka yerde görmedim. Evde ne kadar bardak, tabak, çatal-bıçak varsa hepsi kirli olarak lavaboya yığılmış dururdu. Bir şeye ihtiyacınız varsa yıkar, kullanır, sonra da kirli olarak lavaboya bırakırdınız. Diyelim üç kişi çay içecek, üç çay bardağı yıkanır, sonra lavaboya bırakılırdı.

İlginç bir alışkanlık, ne diyeyim! 

Bu eve gittiğimde Ömür bazen olur bazen da olmazdı. 

Bir gün Kızılay’dan Kavaklıdere’ye giderken yol üzerindeki büyük İş Bankası binasına yönelik eylem teşebbüslerini anlatmışlardı. Akşam saatlerinde, Rıza, Ömür ve galiba bir kişi daha binaya yaklaşıyorlar. Patlayıcı koyup gidecekler ama bir türlü yapamıyorlar. Nereye adım atsalar orada ışık yanıyor, sonunda vazgeçiyorlar. 

Neden böyle olduğunu da anlıyorlar: Yüksek binanın aynalı camları vardı, içerisini göremezdiniz ama içerden dışarısı görülürdü. Bunlar binanın çevresinde dolaştıkça içerideki bekçiler de bunlara paralel olarak dolaşır ve ışıkları yakarmış… 

Ömür ile ilgili son konu 1976 sonlarında gittikleri kısa askeri eğitimdir. Rıza, Ömür, Hamdullah Erbil, İzmir’den bir yoldaş, Yüksel ve Lazkiyeli Muhabarat… Liste tam sanıyorum ama belki unuttuğum vardır. 

Yer Maraş’ta Hamdullah ve ailesinin her yıl çıktıkları yayla… 

İbrahim Yalçın burasını biliyordu…

Eğitimden kısa süre sonra Hamdullah ile Ankara’da kısa bir karşılaşmam oldu. Askeri eğitimde gördüklerinden şikâyet etti. “Tepeye tırmanırken o kadın dışında hepsi döküldü!..” diyordu. Muhabarat elemanı dahil…

Normal bir durum aslında. Dağa tepeye tırmanmak zordur. Alışık değilseniz ciddi olarak zorlanırsınız. Bu nedenle ilk seferde dökülmenin abartılacak yanı yoktur. Orada olsaydım, ben de aynısını yaşardım. Bunu bilip dağ yürüyüşünü aşamalı olarak geliştirmek gerekir. 

Sürekli halk savaşı lafı edip sonra da dağda yürüyememek iyi olmuyor tabii…

Kısa süre sonra Devrimci Savaş ayrılığı gerçekleşti. Hamdullah genel komitede bulunan arkadaşın yanında yer aldı. Rıza değil, o daha etkili olmuştu anlaşılan…

Neyse, bu eğitimle ilgili başka bir şey daha anlatayım. Kalp krizi sonucu kaybettiğimiz Necati Kurtdereli bir gün bana Lazkiyeli Muhabarat’ın bir yazısından söz etti. Eğitim sırasında yürüyememişim, bu zat da beni sırtına alıp taşımış! 

İyi yapmış, insan gerekli olduğunda liderini sırtında taşımalı tabii… Eksik olan tek yan, ben orada yoktum. 

İnsan yanlış hatırlayabilir tabii. Mesela, olmadığım bir yerde varmışım gibi hatırlanmam, yanlış hatırlamadır. “Ama yürüyemedi, sırtımda taşıdım!..” gibi ayrıntı da veriyorsanız, yanlış hatırlamıyorsunuz uyduruyorsunuz demektir. 

Hatırlarsınız bu zatın saptamasına göre bu dağ yürüyüşünden üç lider çıkmıştı: En başta kendisi tabii ki, Rıza (daha sonra HDÖ lideri) ve Hamdullah… 

Hamdullah’ı Devrimci Savaş’ın lideri sanıyordu, halbuki değildi. Ne yapsın garibim, kargadan başka kuş tanımayanlar gibi bu da tanıdığı tek Dev-Savaş’çıyı lider yapmıştı! 

Ömür’ü çok erken kaybettik…

O dönemin militan kadınlarının büyük bölümü halen yaşıyor. Sadece Adana’dan Gülay Kerimoğlu’nu birkaç yıl önce kanserden kaybettik. Hastanede olduğunu öğrenince telefon etmiştim. Son söz olarak “Kendinize çok iyi bakın” demişti. 

Belma yaşıyor, Hilal de yaşıyor. Hilal birkaç yıl önce Almanya’ya geldi, görüştük. Gazetelerden fotoğraflarını hatırladığım ancak tanımadığım başka kadınlar da vardı, onların durumu nasıldır, bilmiyorum. 

Eskiden propagandayı daha iyi bilirdik. Kadınlar her örgütte vardı ama sorumlu düzeyde kadınlar bizde dikkat çekecek kadar fazlaydı. Kadınlar için ayrıcalık uygulamıyorduk, sadece yeteneği olanların önünü kesmiyorduk. 

Çok sayıda örgütte durum hiç de böyle değilmiş…

Ömür ile ilgili yazabileceklerim bu kadar… 

Başka yazmak isteyen varsa bana göndersin, yayınlarız…







http://omurkaramollaoglu.blogspot.com

BAŞARILI BAŞARISIZ BİR EYLEM

Engin Erkiner


Eylem günü belli oldu. Topraklık Ülkü Ocakları’nda büyük toplantı vardı. Hava kararınca derneğin camlı ön cephesi caddenin karşı tarafından taranacaktı. Silah olarak kalaşnikof kullanılacak, diğer arkadaşta tabanca olacaktı. Arabanın duracağı ara sokağı tespit ettik. Kıştı, hava soğuktu ve plakayı biraz çamurlayarak gizlemek zor değildi. Eylemden sonra arabaya binilecek, iki kişi kalacakları yere bırakıldıktan sonra araba kenti hemen terk edecekti. Plaka görünmese bile küçük yeşil araba az rastlanan bir örnek olduğu için Ankara’dan hemen gitmesi en doğrusuydu. 

Ömür ile eylemden sonra gelinecek evde beklemeye başladık. Suratları bir karış asık geldiler. Yapılamamıştı, çünkü bir tır derneğin önünde durarak içerisinin görünmesini engellemişti. Kalabalık ve önemli bir toplantı yaptıklarından olsa gerek tedbir almışlardı. Ne yapalım, bekleyeceğiz.

İki gün sonra “yapalım” dediler. Dernekte her gün 10-15 kişi oluyordu. Yalnız bu kez derneğe daha fazla yaklaşmak gerekiyordu. Silahları değiştirdik. Birisi otomatik silah –Amerikan yapısı She- kullanacak, diğerinde tabanca olacaktı. 

Eylem yapıldı ama beklenmedik bir gelişmeyle birlikte… 

Silahsız birkaç kişi otomatik silahla ateş eden arkadaşa saldırıyor. Silah iki kere tutukluk yapıyor, fırsat bu fırsat diye düşünüp saldırıyorlar ama diğeri soğukkanlı ve iyi tabanca kullandığı için birkaç tanesini indiriyor. 

Bu arkadaşın otomatiğin mekanizmasını çekmekten parmağı yaralanmıştı, fena kanıyordu, bunun dışında sorun yoktu. Şoför arkadaş konuşulduğu gibi hemen gitmişti. Radyodan sonucu beklemeye başladık. 

Bir ölü, iki yaralı…

Bu doğru olamazdı. İki silahla yaklaşık 30 merminin harcandığı bir eylemden bu sonuç çıkmazdı. Gerçek rakam gizleniyordu, belli…

Ömür bu arada arabasıyla giden arkadaşa ertesi gün telefonla –işyeri ya da ev telefonu olsa gerekti- ulaşmıştı. İyiymiş. 

 Ankara çıkışında polis bütün arabaları durduruyormuş; nereye gittiğini sormuşlar, o kadar. Bu arama belli ki eylem nedeniylendi. Bu kadar hızlı tedbir aldıklarına göre eylemi ciddiye almışlardı. 

Hem başarılı ve hem de başarısız bir eylemdi. Her şeyi istediğiniz kadar önceden düşünün, eylem sırasında beklenmedik şeyler olabilir, soğukkanlı ve doğru davranmak esastır. Bunu başarmıştık ama beklediğimiz sonucu da alamamıştık. Basında da çok küçük yer alan eylem haberinin doğruluğuna inanmıyordum ama yapılabilecek başka şey de yoktu. 

Bir yandan da fena halde canım sıkılmıştı. Şu işe bak, doğru dürüst otomatik silahımız yok.  Kalaşnikof da her eylemde kullanılmazdı. 

Ömür’e kısa süre sonra yeniden geleceğimi söyleyip İstanbul’a gittim. Şoför bulmuştuk, banka işi vardı, iyi para çıkacağını tahmin ediyordum ve bunun büyük bölümünü silaha yatıracaktık. 

Aklıma hep zamanın Devrimci Gençlik dergisinde çıkan Beylerderesi ile ilgili haber geliyordu. 14’lü tek tabanca ile çatışmışlardı ve dergi de “bak ne kadar az silahları var” anlayışıyla bunu özellikle öne çıkarmıştı. Kızıldere’de bir sürü silah olunca sanki bir şey olmuştu, karşı tarafta yaralı bile yoktu. 

Her durumda bölgelerde en az bir tane otomatik silah ve iyi tabancalar bulunması gerekiyordu. Tabanca yok değil, vardı ama iyi değildi, Eylemde kullandığın silaha güvenmek zorundasın! 

Tahmin ettiğim gibi iyi para aldık ve Karadeniz’deki ilişkinin yolunu tuttum. Aslında düşünmeden de olsa, Hatay’a değil de, Karadeniz’e gitmekle doğru bir yapmışım. İlk silahları Antakya’dan satın almıştık. Bu bölgede silah çoktu ve ucuzdu. Birkaç silah almak önemli değil, ama bu seferki gibi yüksek miktarda alınması mutlaka dikkat çekecekti. Küçük çevre, herkes her şeyi konuşuyor ve tabii başkalarının kulağına da gidiyordu. Nitekim Ağustos 1977’de yakalanmamıza yol açan polis takibi Antakya’ya gidip iki kalaşnikof ve dinamit aldıktan sonra başlayacaktı… 

Karadeniz’de bu sorun yoktu ve işin en iyi tarafı da malın İstanbul’da teslim edilecek olmasıydı. Sayıları tam hatırlamıyorum ama altı tane MAT adlı Fransız otomatiği ile 12 tane Arjantin 14’lüsü denilen silahtan ısmarlamıştım. MAT’ın şarjörü namlunun altına yatabildiği için şehirde taşınması özellikle kolaydı ve iyi silahtı. Ismarlayıp, parayı verip döndüm. 

Haber bekleyecektim. Ankara’ya gittim. Ömür ile 31 Mart eylemini planladık. Bunu daha önce anlattığım için tekrarlamayacağım. Erkan o yazımdan uzun alıntı yapmış,  oradan okuyabilirsiniz. 

İstanbul’a döndükten kısa süre sonra haber geldi. Kartal civarında bir adrese silahları almaya gittim. Büyük bir çuvalın içindeydi. Oradan birkaç küçük eşya daha aldım ve ev taşıyormuş gibi taksi çağırıp bindim. Yolda tek tehlike Boğaz Köprüsü’nde olabilirdi ve bu nedenle de akşam saatini seçmiştim. Kartal’dan Şişli’ye iyi para, taksi şoförü çuvalın ağırlığını kafaya takmadı, yola çıktık. Silahlardan birisini doldurup üzerime almıştım. 

Boğaz Köprüsü’ne geldik ve iyice yaklaşınca gördüm ki arama var. 

Nereden çıktı şimdi bu?

Sapılabilecek başka yol yok ki şoföre, oradan değil buradan git, diyeyim. Açık bir alan, bir sürü polis var, silahlı bile olsanız kaçma şansı yok. Sakin ol, bekle bakalım. Gişelere geldik, dolmuşları arıyorlardı, biz geçtik. 

Sonradan öğrendim ki karşı tarafta bir okulda devrimcilerle faşistler arasında çıkan kavgada yaralananlar olmuş, onları arıyorlarmış…

Yükü başka bir eve indirdim, buradan silahları duracakları yakındaki başka bir eve parça parça götürecektim. Şoför şüphelenmemiş görünüyordu ama tedbiri ihmal etmemek gerek…

O silahlar henüz tümüyle taşınmadan Ömür’ün ölüm haberini radyodan duyduk. Ankara’daki eyleme giren arkadaş dakikalarca ağladı. Ömür’ü tanıyan tanımayan herkes fena olmuştu. 

Ağır bir kayıptı ve işin o zaman bilmediğimiz başka bir yönü daha vardı: Genel Komite yeniden kurulacaktı ve Ömür de burada yer alacaktı. Ömür güney bölgesine gidip geldiği için bu bölgeden başkasına gerek yoktu. Ömür ölünce yerini Antakya’daki karanlık tip alacaktı ve tabii Genel Komite’de olunca zararı daha büyük olacaktı…

Devam devam diyorduk ve devam ediyorduk ama bu ölümler insanın üzerinde etkisi sonra çıkan önemli bir ağırlık oluşturuyordu. 

Bu günlerde İstanbul’da yolda Ankara’dan tanıdığım bir devrimciyle karşılaştım. “Ne yapıyorsunuz?..” dedi. “Önemli insanlarınızın elinde bomba patlıyor, ölüyorlar. Ne yapıyorsunuz siz?”

Haklıydı, bir şey diyemedim. 

Bir yandan “bu ne biçim askeri eğitim?” diye sinirleniyordum. Yüksel de Ömür de kısa askeri eğitim görmüştü, ben görmemiştim. Patlayıcı işi böyledir; bir kere hata yapılır. Eğer ikincisini de yapabilecek durumdaysanız yani sağ kalmışsanız çok şanslısınız demektir. 

Ankara’daki bu eylem bildiriyle sahiplenilmesine rağmen hiç kimsenin ceza almadığı bir eylem oldu. Bu arada Halkın Devrimci Öncüleri adını alan arkadaşlarla ayrılık yaşadık. Şoför arkadaşla ilgili bir daha hiçbir şey duymadım. Eyleme giren iki arkadaşın ikisi de HDÖ tarafında kaldı. Nasıl olduysa bilmiyorum, eyleme girenlerden birisi başka bir nedenle Ankara’da yakalanıyor ve eylem ortaya çıkıyor. Diğer arkadaş da başka bir davadan tutuklu olduğu şehirden getiriliyor ama eylemi kabul etmiyor. Sonra bildiğim kadarıyla ilk yakalanan biraz yattıktan sonra tahliye olacaktı. Olayın üzerinden en az iki yıl geçmişti ve şahit yoktu. Diğer arkadaş da başka bir davadan ceza alacak ama bu eylemden almayacaktı. 

Bu eylem daha sonra iyice kızışacak çatışma ortamında unutulup gitti. Ömür ile bu kadar ilgili olmasaydı, ben bile unutabilirdim!..





Ocak 1977

Engin Erkiner


Hayatımdaki en kötü aylardan bir tanesidir. Rastlantı olsa gerek, Ocak benim için ters bir aydır. Beklenmedik olaylarla dolu bir aydır. Beylerderesi de Ocak 1976’da olmuştu. 

Daha sonra Devrimci Savaş adını alacak bir grup arkadaş ayrılmıştı. Örgütsel ayrılık olabilir, ayrılanlara karşı saldırgan davranmak, karalamak hatta öldürmeye kalkmak gibi özelliklerimiz yoktu. Sosyalist harekette ne yazık ki az yaşanmayan bu tür davranışlar bize yabancıydı. 

Bize yabancı olan bu özellikler 12 Eylül 1980 sonrasında hakim özellik durumuna gelecekti. Ne olmuştu da tarihimize yabancı böyle bir özellik öne çıkmıştı? Acilciler bitmiş, Muhabarat Acilcileri dönemi başlamıştı. Muhabarat, Suriye gizli servisinin adıdır!

12 Eylül’den sonra bu örgüt isim olarak vardı, gerçekte ise tarihi bitmişti. Sanki bunu kanıtlamak istermiş gibi, 12 Eylül sonrasında örgütün iki büyük eylemini de Suriye ile ilişkisi olmayanlar yapacaktı: Mamak Askeri Cezaevinde Halil Güven ve Haydar Yılmaz’ın sergilediği direniş ile Paris ev işgalleri!..

1976 sonunda büyük bir politik çıkış yapmaya karar vermiştik ama yapamamıştık, üstelik ağır kayıp vermiştik. Genel Komite üyesi Yüksel Eriş Trabzon’da hayatını kaybedecekti, yine aynı komitede üye olan Rıza Salman ise –iki kişiyle birlikte- Ankara’da yaralı olarak yakalanacaktı. 

Devrimci Savaş ayrılığından sonra üç kişi kalan genel komiteden tek ben kalmıştım. 

Devrimci Savaş’ı örgütleyen arkadaş (Hamdullah Erbil değil!) bildiği bölgeleri dolaşmış ama yandaş bulamamıştı. Maraş dışında tümüyle kopan bölge yoktu. 

Sık aralıklarla birkaç kere Ankara’ya geldim. Ömür ile görüştük. Rıza’nın kaçırılması konusunu konuştuk. Muhtemelen iki jandarmayla hastaneye gidecekti ama ne zaman gideceği belli değildi. Dahası ve en kötü olanı ise araba kullanmayı bilen kalmamıştı. Kısa süre önce usta şoförlerimiz vardı. Birisi yakalanmış, diğerleri Devrimci Savaş (DS) ile ayrılmıştı. 

Silahlı mücadele örgütlerindeki ayrılıklarda sık rastlanan bir durum, aslında garip bir durumdu… DS’nin ön planındaki arkadaş ile bir yıl önce İstanbul’da değişik eylemlere girmiştik. Usta bir şofördü, araba kaldırmayı iyi biliyordu, eylem tecrübesi vardı, politik düzeyi hiç fena değildi ama politik çıkış yapılmasına karşıydı. Ankara’da bulunan iki kişi arasında, Rıza ile bu arkadaş arasında bitmeyen ciddi bir sürtüşme vardı ve ayrılık biraz da buradan çıktı denilebilir. 

Ömür gerçekçiydi, “yapacak durumda değilsek kaçırma işine girmeyiz” dedi. Doğrusu da buydu. Yeterli istihbaratımız olsa bile bu işin arabasız yapılması mümkün değildi. 

26 Ocak’ta Beylerderesi’nin birinci yılında yapmayı planladığımız büyük politik çıkış gerçekleşmemişti. Aslında epeyce iş yapmıştık, sekiz ayrı yerde aynı gece bombalama yapmıştık ama büyük eylem olmayınca bunlar sönük kalmıştı.

Ulaş Bardakçı’nın ölüm yıldönümü olan 19 Şubat’ı hedef olarak aldık. Tek ve iyi bir eylem yapacaktık. Ömür’e şoför aramasını söyledim, ben de İstanbul’da arayacaktım. 

Kısa süre sonra yeniden Ankara’ya geldim. Ömür istihbaratı da hazırlamıştı, arabası olan şoför de bulmuştu. Böylece ayrı bir iş olan araba kaldırma konusu gündemden çıkıyordu. Çok iyi…

Arabasıyla eyleme katılacak genç arkadaşla da tanıştım ama arabayı hiç tutmadım. 31 plakalı (Hatay) yeşil ve yeni bir Murat 124. Dikkat çeken bir renk olması hiç iyi değildi, bu nedenle de eylemin karanlıkta yapılması şarttı. 

Bu arkadaş Hatay’dan mı geliyordu yoksa başka bir yerde mi kalıyordu? Ömür biliyordu, bu kadarı da yeterdi. 

Eylem yerini görünce bir daha şaşırdım çünkü burasını iyi biliyordum. On yıl önce kısa bir süre okuduğum Kurtuluş Lisesi’nin yanından geçen cadde… 

Burada bazı geceler büyük toplantıların yapıldığı Topraklık Ülkü Ocakları vardı. Fazla yaklaşmadan çevrede dolaştık. Siyasal Bilgiler Fakültesi buraya uzak değildi ve Ömür’ü tanıyabilirlerdi. 

Şoför arkadaşın belli ki ilk eylemiydi ama sakin davranışları hoşuma gitti. Eylemi yapacak olan şoförün dışında iki kişinin birisi Ankara’dandı diğeri dışarıdan gelecekti. 

Yine sürprizlerle karşılaşacaktık!..






Ömür Karamollaoğlu

Ölümünün 33. Yılında ... 


ÖMÜR KARAMOLLAOĞLU

Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi 
Halkın Devrimci Öncüleri
Genel Komite Üyesi ve Savaşçısı

30 Ocak 1955 – 24 Mart 1977



Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela,
kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda…
…..
insanlar için ölebileceksin, 
hem de
yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de
hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de
en güzel en gerçek şeyin 
yaşamak olduğunu bildiğin halde…

n.h.


«1955 yılında Malatya’nın Akçadağ ilçesinde doğdu. 1971 yılında Ankara Abidinpaşa Lisesi’nde okurken devrimci mücadeleye sempatizan olarak katıldı. 1974–75 döneminde SBF-BYYO’da (Siyasal Bilgiler fakültesi, Basın Yayın Yüksek okulu) yüksek öğrenim gençliğinin akademik-demokratik mücadelesinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart sonrası ilk öğrenci derneklerinden olan SBF-BYYO Öğrenci Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Aynı dönemde AST’da (Ankara Sanat Tiyatrosu) oyuncu olarak da çalışan Ömür yoldaş, M. Gorki’nin “Ana” ve B. Brecht’in “Carrar Ana’nın Tüfekleri” oyunlarının sergilenmesinde yer aldı. 1975 başından itibaren THKP-C/HDÖ üyesi olarak profesyonel devrimci yaşamına başladı. İlk görevi Ankara’daki legal kadroların sorumluluğunu üstlenmek oldu. Beylerderesi’nden sonra Ankara Bölge Komitesi’nde yer aldı. 1976-Haziran Kararı’ndan sonra Güney Anadolu ve Hatay bölgesinde kadroların politik eğitimleriyle görevlendirildi. Aynı yılın Aralık ayında THKP-C/HDÖ-Ankara Bölge Yöneticiliği’ne atandı. 1977 yılında THKP-C/HDÖ’nün Öncü Savaşına başlamasıyla birlikte gerçekleştirilen 26 Ocak Harekâtı’nda yönetici olarak yer aldı. 1977 Şubat’ında Genel Komite üyeliğine getirildi. Ankara ve Karadeniz Bölgelerinin Merkez Yöneticisi olarak şehir ve kır gerillasının stratejik örgütlenmesiyle görevlendirildi. 19 Şubat Harekâtı’nın düzenlenmesinde görev aldı. 30 Mart Harekâtı’nın ilk günü, 24 Mart 1977'de, Ankara'da yaşamını yitirdi.» / Kurtuluş Cephesi Dergisi



 Adı Ayşe olan iki devrimci tanıdım. Birisi MLSBP’den Ayşe Hülya Özzümrüt, diğeri Ömür (Ayşe) Karamollaoğlu. İkisini de hemen hemen aynı yıllarda tanıdım. 

Hülya Diyarbakır Dicle Üniversitesi TIP Fakültesi öğrencisiydi. Eşi, yine Dicle Üniversitesi Diş Hekimliği öğrencisi MLSPB’li Doğan Özzümrüt’tü. 12 Eylül askeri faşist cuntasından sonra silahlı mücadeleyi yükseltmek ve darbeler nedeniyle alınan yaraları sarmak için yoğun çaba sürdüren kadrolar arasında yer alan Doğan, siyasal polis ile işbirliği yapan hain Şemsi Özkan’ın barındıkları hücre evini polise bildirmesi üzerine, 5 Haziranı 6 Hazirana bağlayan gece bulundukları yerde çembere alınır. 6 Haziran 1981 şafağında, İstanbul Maltepe’de arkadaşları Ercan Yurtbilir ile polise karşı girdikleri çatışıma sonunda Doğan ve Ercan yaşamlarını yitirirler. Ayşe ise bulundukları 2. kattan atlayarak kaçmaya çalışırken, ayaklarının kırılması sonucu yaralı olarak yakalanır. 

Bir diğer Ayşe’yi (Ömür Karamollaoğlu), 1976 yılında Antakya’da tanıdım. Eşi A.R.S’ın 1977 Ocak harekâtında Ankara’da polisle girdiği silahlı çatışma sonucu yakalanması ve Trabzon’da Yüksel Eriş’in ölümü üzerine Ayşe’nin Güney bölgesi sorumlusu olması ile daha sık görüşme fırsatımız oldu. İlk bakışta hayat dolu, canlı, insanlarla hemen kaynaşıveren, yaşının ve görünüşünün aksine daha olgun ve kararlı, kendinden emin davranışları ile belirginleşen özellikleri olan bir yoldaştı. Nebil’in ve benim çekimserliğimizi ve sıkılganlığımızı fark edip bizi rahatlatan bir tavrı vardı.

24 Mart’tan sonra gazetelerde çıkan fotoğrafları O mu, değil mi, diye dikkatle ve dakikalarca incelerken, eminim ki hepimiz içimizden, aklımızda ve yüreğimizde O’nun olmamasını diliyorduk. Oysa kötü haber gelmiş ama inanmak istemiyorduk. Çaresiz kabullendik.

O günden sonra, Ayşe konusu geçtiğinde gözlerimin önüne bir gece Harbiye yolunda Mihrac, Fuat, Nebil, Ömür ve benim gittiğimiz düğün evindeki olay canlanır. Ömür, karşımızdaki divanda oturuyordu. Hep beraber TV’deki haberleri izliyorduk. Benim bacağımı titretme huyum vardır. Ben ayağımı her titretişimde yanımda oturan Nebil, dizimi tutuyor. Bir süre sonra ben farkında olmadan tekrar bacağımı titretiyordum. Nebil’in dizimi her tutuşunda duruyordum. Bu olay üst üste birkaç defa tekrarlanınca Ömür kendini tutamamış ve kahkahalarla gülmeye başladı. Neden güldüğü önceleri anlayamadık. Fakat nedenini söyledikten sonra herkes gülmüş ama ben çok mahcup olmuştum.

1977 Mart ayı başlarında yaşanan bir olaydan ötürü Antakya’da kalmam tehlikeli bir hal almıştı. Ailemin Ankara’da yaşıyor olması ve Antakya’da kalmamın koşullarının olmaması nedeniyle, bölge değiştirip Ankara’da kalmam gerekmişti. (Daha sonra, Antakya’daki olay ile ilişkilendirilmediğim anlaşıldığından, 15 gün sonra, Antakya’ya döndüm). Ayşe ile aynı gün Ankara’ya gittik. Ancak Toroslara tırmanırken, buzlanmadan dolayı otobüsün kayması sonucu, kurtarma çalışmalarının 2–3 saat sürmesinden ötürü o soğuk havada mahsur kaldık. Bu da O’nunla ilgili, hafızamdan silinmeyen, bir başka anıdır.

Ömür, Ankara’da Yukarı Ayrancı’da otururdu. Ben de yıllardan beri aynı semtte otururum. Rastlantı budur ki Ömür’ün kaldığı sokağın adı da Ömür Sokağı’dır. Ama bu rastlantının üzerine bir başka rastlantı da kaldığı apartmanın adıdır: Ömür apartmanı. İşten eve dönerken her gün bindiğim otobüs; Ömür sokak, Ömür Apartmanı, No: 6 adresinde ikamet etmekte olan Ömür arkadaşın evinin önünden geçerdi. Bir süre sonra bende saplantı haline gelen bir davranış gelişti. Evin önünden her geçişimde, Ömür arkadaşa hüzünlü bir selam çakarım, tüm yoldaşları adına…

Genel anlamda kod adı Ayşe, özel anlamda  Kırmızıgül  olarak andığımız Ömür’ü yıllar sonra, 1989’da Carlos, Nur ve ben; Karşıyaka Mezarlığı’ndaki ziyaretimizde mezarı başında bir karar aldık. Ailesinin adresi bulunup ziyaret edilecekti. O yaz, Ankara’da Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi’ndeki evlerine gittik. Erkek kardeşi ve annesi tarafından gösterilen büyük bir olgunlukla karşılandık, “çektikleri acı ile baş başa kalmak ve bir daha rahatsız edilmeme” taleplerini anlayışla karşıladık. 

Her iki Ayşe’nin hikâyesi beni fazlası ile etkilemiştir. Ömür’ü tanımış olmaktan dolayı kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Ne yazık ki çok erken yitirdiğimiz Ömür’ün yokluğu ile oluşan boşluk, hâlâ içimizde fazlası ile hissedilmektedir. 

30 Mart Harekâtı sırasındaki yaşamını yitirmesinin detaylarını E.Erkiner’in anlatımından dinleyelim; 

«İlhami Soysal’ın bir yazısını okumuştum: Kendince o sırada bildiği devrimci grupları değerlendiriyor ve “ille de devrim” isteyen bir gruptan da söz ediyordu. Ona göre bunlar en hızlı ve en tehlikeli olanlardı. 

Meğer bu grup bizmişiz. Ömür ve Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan birkaç yoldaş gece yazılamaya çıkıyorlar. Çıktıkları yer de İzmir Caddesi yani Ankara’nın ortası. Ellerini çabuk tutmaları lazım. Yazılamayı yapıyorlar, biraz boya kalıyor. Kısa bir şey yazıyorlar: İlle de Devrim!.. 

Ankara’da olay hemen “X Grubu”na mal edilmiş, böylece bir adımız daha olmuştu. 

Mart ayı, 30 Mart eylemi... O sırada MHP’nin hükümette üç bakanlığı vardı: İçişleri, Eğitim ve Sağlık. Neden bu bakanlıkların tuvaletlerine fazla şiddetli olmayan bir patlayıcı bırakılmasın.!.. Amacımız bu bakanlıklar ve dolayısıyla MHP’yi hedef göstermek, ilgisiz insanların yaralanması değil. Bu nedenle binaya ağır hasar verecek bir patlama gerekli değil. 

Ömür üç bakanlığa da gitti. İçişleri girişinde arama var, o olmaz. Sonuçta diğer iki bakanlığın yapılmasına karar verildi. Öğle tatiline yakın bir saat olacak. İçerisi tenha olur. Saatliyi bırakıp çıkacak. Bir de telefon ayarladık. Yaptıktan sonra telefon edip İstanbul’a bildirecek. 

O gün bekle bekle telefon gelmez. Bir terslik olduğu belli de, aklıma iki ay önce Trabzon’da yaşananın benzerinin yeniden gerçekleştiği hiç gelmiyor. Haberler, evde patlama, Ömür ölü, bir kadın yaralı... 

Ayrıntıyı sonra öğrendim: Ömür her şeyi hazırlıyor, fünye lokum içinde, bir ucu da saate bağlanmış durumda, diğer uç boşta. Ama saat çalışıyor ve 12’ye gelip devreyi kapatarak duruyor. Sabah geç uyanıyor, aceleyle kalkıp lokumun öteki ucunu da saate bağlıyor ve...

Özellikle de bizim mücadelemizde ölüm kaçınılmazdır, insanlar ölür, ama böyle olmamalıydı. 

İkinci kızımın adı Ömür’dür. »

Örnek Komünist! Ölümünün 33. yılında, anısı ve devrimci mücadelesi önünde saygıyla eğiliriz. 


Erkan Ulaşan